31 Mart 2012 Cumartesi

Omuzlarında yalnızlığın dayanılmaz ağırlığı ile Güney nereye gidiyor..

Kuzey & Güney bu hafta, geçen haftanın gerilimi ve heyecanı en yüksek noktasından başladı, Güney’in hayatını altüst edecek bir olayla da noktalandı. Şüphesiz ki, geçen haftaya göre daha sakin bir bölümdü. Ama bu sakinliğin içinde öylesine bir dram işleyip yansıttılar ki ekran başındakilere, sanırım başlıktan da bugünkü konumuzu anladınız. 

Önce bu bölüme şöyle bir genel olarak bakıp gözümüze takılanları konuşalım. Kuzey’in Ali tarafından kurtulması hepimiz tarafından bekleniyordu elbette. Dolayısıyla çok fazla bir heyecan hissetmedim ben seyrederken. Belki o mezara Ali gömülmüş olsaydı, bir parça daha heyecan dozu artardı. Ama Kuzey’in başrolde olması ve haliyle kurtulma ihtimalinin kesin olması sebebiyle, sonucunu bildiğimiz olaylardaki sakinlik mevcuttu bendenizde. Sadece mezar sahnesinin gerçekten nefes kesici olduğunu söylemeliyim. Nefes kesici derken mecaz yaptığımı sanmayın. Gerçekten insanın kendisini o daracık yerde düşünmesi, hele hele canlıyken bunu yaşaması kadar korkunç bir şey olamaz sanırım. Ama Ali gibi dostun varsa,   bin tane Ferhat gibi düşmanın olsun ne olur ki. En nihayetinde Kuzey kurtuldu, Ali bir kez daha dostluğunu gösterdi, Ferhat odunu kafasına yedi, Simay ailesi tarafından terk edildi ve her şey gönlümüze göre sonuçlandı.

Ne yalan söyleyeyim, Ali-Kuzey dostluğunu seyrederken imrenmemek mümkün değil. Yemek sonrası Ali evden giderken, Kuzey ile karşılıklı bakışma sahnesine dikkat ettiniz mi bilmem. İşte budur dedim ben, dostluk budur, kardeşlik budur, bir bakışta teşekkürünü ve minnetini anlatabilmek, bir bakışla yaptığının zerrece önemli olmadığını anlatabilmek, konuşmadan karşılıklı anlaşabilmek. Ve Tatlıtuğ ile Kocaoğlu’nun devleşen oyunculukları sayesinde bunu seyirciye de anlatabilmek. Bu bölümün en nefis sahnelerinden biriydi kuşkusuz.

Bu arada Cemre erkek olaymış, Kuzeyi bile geride bırakacakmış delikanlılıkta. Güney’e sokak ortasında verdiği adamlık, insanlık,dostluk ve kardeşlik dersinden sonra düşündürdüğü şey bu oldu bende..

Dostluğun en güzelini yaşarken, aşkın en güzelini de yaşıyor Kuzey farkında bile olmadan. Benim dikkatimi çeken bir diğer sahne Zeynep'in evindeki yemek sahnesinde Cemre’nin masa başında kendi iç sesi ile yalnız kalmasıydı. Bir tek insanın iç sesi, seyreden binlerce kişinin kalbini sızlatır mı? Cemre ise sızlıyor işte... Ve yemekte, Cemre’nin şirkette hoşlandığı biri olduğunu söylediği an Kuzey’in bakışı, yüreğinin hop edişi,yüzünün renkten renge girişi de aslında onun da Cemre’yi, en az sevildiği kadar sevdiğini bir kez daha gösterdi..

Hep uzaktan, içten ve giderek derinleşen bir aşk yaşıyorlar aslında Kuzey ile Cemre..Ben bu ikilinin bir araya gelmemesinden yanayım. Böylece o gizli ama güçlü aşkın büyüsü bozulmamış olacak..Ama Zeynep gibi sarılışından, konuşmasından, gülüşünden, öpüşünden yapmacıklık akan bir sıradanlıkla da sinirimi bozmak istemiyorum açıkçası. 

Gülten Hanım içinde küçük bir cümlem var. Gülten Hanım gibi annen olsun, yüz bin tane derdin olsun arkadaş ya. Kadın bir gülüyor, hiç gülesi yoksa bile insanın yüzü gevşemeye başlıyor. 

Kuzey sonunda girişimcilik ruhunu Özmakara ile beslemeye karar verdi. Babası da elbette her zamanki gibi yanında ve destek idi. Ve bir güzel sahne de, babasının ilk makara deneyiminden sonra, Kuzey’e sevgiyle,inançla,güvenle bakan gözlerini görmekti. Ama elbette ki,bu girişim, neredeyse iki kardeşin birbirine girişmesine yol açtı. Hele Ferhat ve Simay’ın karıştırdığı küller, kaza olayının ateşini canlandırıp, Güney’in hiç beklemediği bir anda polisi karşısında bulmasıyla sonuçlanınca. Güney’in bu ihbar için şüphelendiği tek kişi Kuzey olacaktı elbette..Çünkü o anda Kuzey ile Ali, yanlış zamanda, yanlış yerde duruyorlardı ..


En nihayet Güney…

Güney her geçen gün istediği hedefe doğru adım adım yaklaşıyor elbette buna itirazımız yok. Güney zirveye giderken, yanına yalnızlığın dayanılmaz ağırlığını alabildi sadece. Ve bu yük eminim daha da artacak ileride. Bir insan için kardeşi tarafından “Hiç kimse” olarak nitelendirilmenin azabını, evine bir yabancı gibi gelmenin ve kendi ailesinin yemek masasında, kendi boşluğunun yabancılar tarafından doldurulmasının ızdırabını yaşadı Güney. Çevresindeki herkes ona sırtını dönmüşken, Güney için Banu gibi her an kopmaya hazır bir pamuk ipliğine sarılmak ne kadar kurtarıcı olabilirdi ki? Hele hele Banu hakkında öğrendiklerinden sonra.  En sevdiklerini dipsiz kuyulara indirip, orada yalnız bırakırken, kendi öz kardeşinin hayatını,kendi menfaatleri uğruna harcarken, para,güç, kariyer kazanırken, kendi öz babasını bile konuşmak için ayağına çağıracak kadar kibirlenmişken, hiç düşünmedi Güney bunun bedelini..

Ama o bedel hiç beklemediği anda, karşısına çıkıverdi..Ve kendi evinin merdivenlerinden gözyaşları içinde aynı dipsiz kuyuya indiğini fark ediverdi aniden..Hak edilmiş hüzünlü bir yalnızlığa müebbet mahkûm olduğunu anlamanın en güzel kanıtıydı gözyaşları.  

Güney mutsuzdu ve mutsuz olacaktı. Zira hangi güç, hangi para yalnızlığa çare olabilmiş ve onun getirdiği hüzne sihirli bir değnek gibi dokunup mutluluğa çevirebilmişti ki ?.. Ve hangi aşk, hangi zenginlik kurtarabilirdi onu, içine düştüğü hırs ve yükselme tutkusunun sürüklediği yalnızlıktan..Hele polis artık kapısına dayanmışken, belki de en büyük yalnızlığını yaşayacaktı yalnız insanlar arasında bir hapishane koğuşunda..

Bakalım önümüzdeki bölümler bize bu sorularımızın cevaplarını ne şekilde verecek..Güney mi kazanacak, yalnızlık mı göreceğiz..Şimdilik Kuzey&Güney'den bu kadar..

Siyah İnci’den sevgiyle…

            www.twitter.com/blackpearl42

30 Mart 2012 Cuma

Şehzade Mustafa'da zehirlendi çok şükür...

 Muhteşem Yüzyıl geçtiğimiz akşam son bölümü ile ekranlardaydı malum. Baktım neredeyse bir aydır konu etmemişiz kendimize. Böylelikle bugünkü yazımızı, M.Yüzyıl ve yaşattıklarına ayırdık.

Şehzademiz Mustafa da çok şükür sarayın zehrinden nasibini aldı bu bölüm. Aman Allah ne Mustafa’ymış ne şehzadeymiş böyle. Adam daha padişah olmadan haremi kurdu, kurmasına lafımız yok, onca cariyenin, hatunun arasında Gül ile Sümbül gibi gezinecek hali yoktu ya. Ancak haremi maşallah şimdiden ortalığı karıştırmaya başladı. Sanki Sultan Süleyman’ın haremi yetmezmiş gibi, birde şehzadenin harem entrikaları eklendi.

 Hazır Mustafa’nın hareminden sözü açmışken, Efsun hatundan da söz edelim bir nebze. Mustafa kardeşimin anası gibi durmuyor mu yanında. Mehmet Günsür 37 yaşında ama maşallah 17 yaşında gencecik delikanlı rolünde hiç ama hiç sırıtmazken, Melisa Sözen 27 yaşında ama 40 gibi duruyor şehzadenin yanında. Onca genç, güzel, tazecik insan dururken niye böyle bir seçim yapıldı anlayamadım. Üstelik sürekli ağlamaklı, titrek ve kısık bir ses tonu ile konuşması yok mu, şöyle ekrandan uzanıp boğuveresim geliyor kadını. Hele birde Mahidevran gibi, sarayın hiç yaşlanmayan, yüzüne bir kırışık bile düşmemiş, güzellik abidesi validesinin yanında iyice sevimsizleşiyor benim gözümde. Zaten bütün düşüncelerimi haklı çıkarırcasına birde tuttu şehzadeye ihanet etti, zehri boşalttı ya yemeğin içine. E artık kimse benden Efsun hatunun sonu için üzülmemi beklemesin.

Şehzademiz Mustafa, Hürrem’i alt etti, özrünü diletti. Hürrem’e de acıdım doğrusu. Kadın bir göklerde uçuyor, bir yerin dibine geçiyor. Sultan Süleyman’ın eşsiz adalet anlayışını çözmek mümkün değil doğrusu. Adam bir bakıyorsun dünyayı karşısına alıyor Hürrem için, bir sonraki gün atıyor Şehzadenin önüne özür dilesin. Şehzademizin de haliyle “ben neymişim be” havalarına girmesine yol açıyor. Sonra ilerde kalkacak bu sefer şehzadeyi öldürtecek. Dolayısıyla Sultan Süleyman’ı anlamak mümkün değil. Bırakalım kendi haline en iyisi ne isterse onu yapsın..

Hürrem ablamızın birkaç bölümdür ortalarda tam olarak görünmeyen çocuklarının tümü bu bölüm ortaya çıktılar büyümüş ve serpilmiş olarak. Mihrimah’a dikkat edeniniz var mı bilmem ama bana sorarsanız Hürrem’in küçük bir kopyası gibi olmuş. Ama bir farkla..Küçüklüğündeki parlak mavi gözleri gitmiş, yerine koyu kahve gözlü bir kız gelmiş. Gelmiş gelmesine de Mihri mah daha şimdiden annesini bile geçecek gibi görünüyor. O ne fena bir çocuktur öyle. Daha şimdiden ortalığı karıştırmaya başladı bile. Anlaşılan Mihri mah hareme çok çektirecek ileride. 

Bu bölüm şehzade Cihangir’in hastalığı ve Hürrem’in gözyaşları pek çok kişiyi etkilemiştir eminim. Ben de tam olaya yoğunlaşıp şöyle üç beş yaş akıtacaktım ki Hürrem bombayı patlattı. Ben bunu hak edecek ne yaptım ? E be Hürrem, senin çocuk muayene olmadan üç beş dakika önce sen değil miydin Şehzade Mustafa’yı öldürmesi için Efsun’a zehri veren. Önüne kim çıkarsa gazabından kurtulamıyor, e elbet bunların bir bedeli olacak. Şimdi bunu sorman çok komik olmadı mı?

Komik demişken gelelim Gül ile Sümbül’e..Ben bu ikisi arasında geçenleri seyretmeye bayılıyorum. Ama özellikle Sümbül bir başka. Adam çok akıllı. Kimsenin tarafını tutmuyor, dolayısıyla başı hiç ağrımıyor. Kimse de Sümbül’e gel benden yana çalış diyemiyor. Adamın kendine has bir ağırlığı var onca komik yanına rağmen. Dizinin en renkli iki karakteri bence Gül ile Sümbül. En şekerleri ve elbette ki oyunculukta da en iyilerinden ikisi. Hele bu bölüm Nigar kalfanın görücüye çıkma sahnesinde, ben gülmekten kendimi kaybettim. 

Daye hatuna da bir anlam veremiyorum. Nigar hatuna taktı kafayı kadın. Kardeşim alan memnun satan memnun. Sana ne oluyor. Ne Pargalı’nın Nigar’dan ayrılmaya niyeti var, ne Nigar’ın Pargalı ile evlilik hayali. Onlar sevmiş birbirini, kim ne karışır. Sanırım Daye hatunun tek derdi, olayın ortaya çıkması halinde Nigar’ın başına gelecek korkunç felaketin korkusu. Ama merak etmesin, Pargalı bulur onunda bir çaresini. Bu arada Pargalı’nın Nigar’a olan gerçek ve yürekten aşkı da beni ziyadesi ile çok memnun etti. Hatice Sultan gibi sürekli ağlamaklı, mutsuz ve etrafını da aynı mutsuzluğa mahkûm eden birinden sonra Nigar Hatun’un sevilmesi elbette ki daha mantıklıdır kanımca..

Mahidevran cephesinde ise, kadının valide sultanlığa aday olmasından sonra hali tavrı pek bir değişti. Validelik pek yakıştı ama Mahidevran da pek kötülük sever bir hatun oldu çıktı. Cariye sıkıştırmalar, bıçakla tehdit etmeler. Gerçi kadın da haklı. Artık onun tek umudu şehzade Mustafa. Ona bir şey olursa, zaten yıllardır atılmış olduğu ikinci plandan, epey gerilere düşecek. Ve işin kötüsü,olay aynen böyle gelişecek ve Mahidevrancılar epey üzülecekler..Bu bölüm Hürrem’in reddettiği kolyeyi taktı boynuna Mahidevran her şeyden habersiz. Aman pek yakıştı. Hatta Hürrem’in yüz şeklini görünce daha bir yakıştırdım ben kolyeyi.

Son zamanlarda en çok Balı beyin bıyıklara taktım ben. O ne öle baklava desenli bıyıklar.  Her görüşümde beni bir gülmek tutuyor. Ayrı bir büyüleyici özellik da sağlamıyor üstelik. Bakınız Şehzade Mustafa kardeşime. Büyüleyici olmak için saça sakala ihtiyacı yokmuş bir erkeğin bize çok güzel anlatıyor esasında. Şaka bir yana, sarayın kadınları kadar erkekleri de yakışıklı Allah için. Balı beyimiz için de Mihri mah bebesinin ilgisinden kurtulup, Aybige’ye kavuşur diliyoruz ve bu haftalık bu kadar yeter diyoruz..

Siyah İnci’den sevgiyle..


Twitter takip için  www.twitter.com/blackpearl42
Daha Fazlası için http://bit.ly/GJEXXD


28 Mart 2012 Çarşamba

Öyle bir geçer zaman ki..Ve yaşanır aşkın her türlü hali..

            Öyle bir geçer zaman ki, ikinci sezonunda dram ve hüzün konusunda rekora doğru gidiyor. Dizide, kahramanlarımızın başına gelmeyen kalmadı. Dün akşamki yeni bölümünde, yine bir sürü entrika, oyun, hüzün seyrettik. Ama ben dün akşam çok farklı bir açıdan seyrettim diziyi. Bu bakış açısı da bugünkü yazımızın temel taşını oluşturdu. 

            Olaya aşk açısından baktım ben. Dizimizin bütün kahramanları çeşit çeşit aşkın pençesindeler.  Aşkın bin bir türlü halini seyrediyoruz. Öyle ise haydi bakalım kim nasıl bir aşk yaşıyormuş, aşkın hangi halini yaşıyormuş, bugün de bunu konuşalım.

            Hakan… Aşkın en onursuz, gurursuz ve karaktersiz halidir bana göre. Kendisini sevmeyen bir insanla, hatta başkasını seven bir kadınla aynı evliliği yürütebilmek için çok masum, günahsız bir çocuğu aşkına alet edip, adeta kendine onu silah edindiği için onursuzdur, karısını çocuğu ile tehdit edecek ve sevilmediğini bile bile kendisine dönmeye zorlayacak kadar gurursuzdur. Elbette ki, bir başka erkeğin varlığına katlanabildiği için bile karaktersizdir. 

            Peki, Berrin..Berrin aşkın en anne halidir. Yani en şefkatli ve içimizde derin bir sızı bırakan yanıdır..Suçu yok mudur? Vardır ve elbette çok büyüktür. Sen madem hiç sevmediğin Hakan ile evlendin, sevmediğin adamdan niye çocuk yapıyorsun be kadın. Haydi, yaptın diyelim, yakışır mı artık bir anneye Ahmet peşinde koşmak. Aslında Berrin için durum öylesine zor ki. Hem suçlayabilir, hem üzülebiliriz onun için. Ve inanın bir diğeri, diğerine baskın çıkmaz..Aşktan yana halimiz ister ki her şeyi bir kenara bırakıp Ahmet ile beraber olsun. Ama anne halimiz ise der ki, bir anneye bu nasıl yakışır. Berrin de aşkın anne haline kulak verdi akşam ve seçimini,kendi mutsuzluğunu göze alarak evladından yana kullandı. Ve her iki durumda da ağlattı elbette..

            Ahmet…Aşkın en çaresiz,yıkık ve perişan hali..Hayatın rüzgârı, onu hiç umulmadık yerlere sürüklerken, tutunacak hiçbir dal bırakmadı aslında. Berrin’in mektubunu okurken gözlerinden,yüzünden akan hüzün hepimizin gözyaşı olarak aktı gitti.. Aşk her şey ile savaşırdı,her şeyin karşısında dururdu..Evlat sevgisi hariç. Ahmet’in aşkı da, bir annenin evladına duyduğu aşk karşısında çaresizdi elbette. 

            Ayten..Aşkın en ikiyüzlü,en bencil, en hain hali. Öyle ki, insanların çaresizliğinden, hüznünden,imkânsızlığından kendine küçük bir imkân,fırsat yaratmaya çalışan bir ucuz âşık..Ne dost, ne sevgili olur ondan. Böylesine bir bencillik ile Ahmet ile Berrin’in acılarının üstüne mutluluk planları yapacak kadar da tehlikeli üstelik.

            Ve Ahmet ile Ayten birlikteliği…Henüz yok böyle bir durum ama gidiş yönümüz bunu işaret ediyor. Bunun için söylenecek tek bir cümle vardır artık. Aşkın en dibe vurmuş hali..

            Soner..Aşkın en sadık, en asil ve en kibar hali olsa gerek. Kimseyi incitmek istemezken her önüne geleni mahveden bir hayat. Bir taraftan Aylin’e sadakatle büyüttüğü imkânsız aşkına sahip çıkarken, diğer taraftan kendine âşık kalpleri de umut vermeden en kibar şekliyle reddetmek..

            Aylin…Aşkın gururlu,inatçı , güçlü görünmeye çalışan ama içten içe mahvolan hali. Aylin’in Soner karşındaki inatla sürdürdüğü gurur gösterisi ne kadar devam edecek Allah bilir. Artık öyle ya da böyle yaşanan her şey, Aylin’in hamileliği ile sona ermeliydi. İçimizi karartan bu aşk hikâyesinde, her delikten çıkan, her problemi anında halleden, eli kolu uzun, istihbaratı kuvvetli Süleyman kardeşim nasıl oldu da bu hamilelik işini bir türlü çözemedi anlayabilmiş değilim..Daha önce dediğim gibi bu ikiliyi ya adam gibi kavuştursunlar, ya da beraber intihar ettirsinler. Zira çok bunaldık artık..

            Doktor Gülay..Aşkın en umutsuz hali..Elbette ki sen kalkar, göz göre göre, başka bir kadını deli gibi seven, onun uğruna ölümlerden dönen bir adamı seversen, umutlarını da aşkını da en başından mezara gömmüşsün demektir. 

            Doktor Tarık…Aşkın en sevimsiz hali. Yani kusura bakmayın da Aylin kızımıza Soner’den sonra bir aşk hikâyesi yaşatacaksanız, şöyle Soner’i yakışıklılıkta, karizmada, zenginlikte ve adamlıkta 100 e katlayacak birini bulun, öyle bir karakter yazın. Bu tiple, bakışla, gülüşle Tarık Aylin’i kendine âşık ederse, aşka da yazık Aylin’e de..

            Mete..Aşkın en delikanlı, ,cesur ve bahtsız hali. Onun başına gelen kimsenin başına gelmedi. Birini sevmeye kalktı, kadın hastalandı öldü, sonra bir tane daha sevdi,delikanlılık etti sahip çıktı,  oda başkasını öldürdü hapse girdi. Ne baht varmış kardeşim adamda. Olmadı çocuğun müzik kariyeri de bitti gitti. Mete cidden bu saatten sonra, aşkta mı işte mi gülecek, gülecekse bu nasıl olacak sanırım çok merak etmekteyiz.

            Caroline..Aşkın en yasak ve çirkin hali elbette. Yuva yıkanın yuvası olmaz sözünün de en bariz örneği. Cemile’nin yuvasını yıkmayı başardı, şimdi kendi yuvasını yıkmanın peşinde. Ama bilmiyor ki sevdiği ya da sevdiği demeyelim, tek kurtarıcısı gibi gördüğü adam onu çok kolayca harcayıverecek yakında..Zira Kenan, aşkın en kazık hali bu noktada..

            Ali kaptan..Şüphesiz, aşkın en pişman hali. Dün akşamda bunu açık açık dile getirdi. Ve çok iyi anlattı bize neden evliliğin kutsal olduğunu, değerli olduğunu. Çünkü siz bilmezseniz sahip olduğunuzun değerini, eninde sonunda size bunu anlatacak birileri çıkar ama kafanıza vura vura, ayağının altına ala ala anlatır işte. 

            Cemile..Aşkın en öfkeli, en kırgın hali elbette. Cemile, Ali kaptanı bağışlasın istemiyorum ben. Dün akşamki duygusallık, gözlerde bir yaşlanma hali sanki böyle bir affetmenin sinyalini verdi bizlere. Ama kadınlık gururunu yerle bir etmiş bir adam, şimdi sırf aradığını bulamadı diye pişman olmuşsa, onu affetmenin ne anlamı var nede gereği. 

            Ve en sona bıraktığım kişi Osman..Onun için çok söz söylemeye gerek yok. Sanırım anladınız..

            Osman..aşkın en saf,kirlenmemiş masum hali…

            Siyah İnci’den sevgiyle..


            www.twitter.com/blackpearl42
            http://bit.ly/GJEXXD

26 Mart 2012 Pazartesi

İki film..İki yorum..

 
                Açlık Oyunları ve Fetih 1453 üstüne birkaç cümle..

            Açlık Oyunları serisi, bütün dünyada ciddi fırtına estirmiş bir üçlemenin ilk kitabının adı. Şahsımda bayıla bayıla ve büyük bir heyecan ile serinin üç kitabını da bir solukta okumuştum. Elbette şimdi filmi gösterime girince, koşa koşa gidip seyretmek gerekli oldu. 

            Ama ne yazık ki, henüz seyretmediyseniz hiç boşuna gidip vakit öldürmeyin derim. Boş vaktiniz çoksa ve seyredecek başka film de yoksa bilemem. Ama ben ekranda tam anlamıyla hüsrana uğradım. Ve koşa koşa gittiğim salondan, yüzümde büyük bir hayal kırıklığı ile çıktım ne yazık ki.

            Genellikle, kitabından uyarlanmış senaryoya göre çekilen filmlerde şöyle bir sorun yaşar izleyenler. Kitabı çok daha güzel gelir çünkü daha ayrıntılıdır, film ise sanki kitabın çok basitleştirilmiş bir özeti gibidir. Dolayısıyla bu tarz yapımlarda öncelikli olan, hem kitapta okuyucuya verilen o atmosferi görsel hale getirmek, hem de birkaç saate sığdıracağınız senaryoyu çok iyi işlemektir. Genellikle bu tarz filmler çok tat vermez insana. Fakat buna rağmen kesinlikle bu anlattığımın çok güzel örnekleri de var. Mesela Yüzüklerin Efendisi, Mesela Harry Potter, mesela Alacakaranlık.

            Açlık Oyunları bu bağlamda, cidden çok kötü geldi bana. Öncelikle filmin ilk yarısında hiç aksiyon yok, hareket yok, müzik yok, Allah’tan şöyle coşkulu bir müzik bile yapmamışlar. Birkaç görsel unsur ile güzellik vermeye çalışmışlar ama eğreti kalmış. Kitaptakinden çok daha renkli bir atmosfer yansıtmaya çalışmışlar. İlk yarıya kadar oyunlara seçiliş kısmını seyrediyorsunuz ve ikinci yarıda biraz olsun hareket görmeyi umuyorsunuz. 

            İkinci yarı başladığında ise beklediğiniz hareketi, aksiyonu buluyorsunuz ama o da ne? Nasıl bir kamera ile çektilerse filmi artık, hem çok yakın plan çekmişler, hem de kamera öylesine hızlı hareket ediyor ki, sanki dövüş eden kendisi. Hiçbir şey göremiyorsunuz anlayamıyorsunuz, kim kime ne yapıyor bilmiyorsunuz. Kamera durduğunda ise ölen kişiyi görüyorsunuz sadece. Bu size keyif veriyor mu peki. Kesinlikle hayır.

            Görsellik açısından bazı sahneler çok görkemli ve şık. Ama hepsi o.Kısacası Açlık Oyunları kitabını okuyun ve kitaptan aldığınız keyif ile kalın derim ben.


            Fetih 1453

            Üzerinde çok fazla yazılıp çizildi. Ben yoğunluktan biraz geç kaldım seyretmek için ama iyi de oldu. İçime sindire sindire, dikkatle izledim. İstanbul’un fethi gibi tarihin en önemli olaylarından birini anlatan filmi ben genel olarak çok beğendim. Ancak filmde tam olarak ne olduğunu anlayamadığım bir durum var. Özellikle ilk yarısında şunu hissediyorsunuz. Sanki çok güzel bir yemek yiyorsunuz ama tuzu yok gibi. Filmde eksik bir şeyler var ama bunu anlayamıyorsunuz. Belki coşku, belki müzikler, belki de oyuncular..

 Fatih’i oynayan kişinin çok daha karizmatik olmasını beklerdim ben mesela. Bir Ertan Saban, bir Burak Özçivit, bir İbrahim Çelikkol. Evet, aslında İbrahim Çelikkol’u izlerken içimden “neden Fatih rolünü bu adama vermemişler?”diye düşüyorsunuz başta. Çok daha fazla yakışırdı diyorsunuz kendi kendinize ama şöyle de bir durum var. Filmde İstanbul’un fethi kadar Ulubatlı Hasan’da ön planda. Hatta epey ön planda. Burak Özçivit’de çok iyi olabilirdi Fatih rolünde ama içine nefesini çeke çeke konuşmamak şartıyla. Ertan Saban ise cuk otururdu. Zira hem karizması, hem ses tonu itibariyle daha heybetli durabilirdi. Fatih bana beklediğim coşkuyu veremedi yani anlayacağınız. Aklıma ilk gelenler dışında pek çok karizmatik erkek jön vardı aslında bu role uygun. Sanırım yüzü bilinmemiş birini tercih ettiler ki, daha önce başka rollerde gördüğümüz insanlardan etkilenmeyelim. Rol yeteneğine diyecek söz yok, ama istenen coşkuyu vermede eksikler vardı benim naçizane görüşüm.

Ya Akşemsettin. O nasıl sıradan bir tiplemedir öyle. Film boyunca birkaç dakika göründü o kadar. Koskoca Fatih’in koskoca hocasına fazla özenilmemiş gibi geldi bana. 

Öbür taraftan Ulubatlı Hasan, dediğim gibi filmde epey öne çıkarılmış. Medyadan okuduğumuz Ulubatlı Hasan’ın aşk hayatı konusundaki tepkilere bende seyrederken hak verdim. Ulubatlı Hasan’ın filmde sözü geçen ilişkiyi yaşayıp yaşamadığını bilmiyoruz. Kaldı ki, anlatılan hikâyenin gerçek olması halinde bile, kahraman bir Müslüman askerin gayrimeşru ilişkisinin ve gayrimeşru çocuğunun yazılıp çizilmesinin ne alakası var İstanbul’un fethi ile. Üstelik bunca kahramanlığının üstüne niye böyle bir gölge düşürülmüş anlamadım. İbrahim Çelikkol tek kelime ile enfesti canlarım. Ses tonu,yakışıklılığı,karizması, rolünü oynayışı ile kocaman bir alkışı hak etti cidden. 

Kostümler, görsel efektler cidden muazzamdı. Savaş sahneleri gözleriniz dolduracak kadar muhteşem ve görkemli. Bu ülkenin her bir karış toprağında nasıl bir emek olduğunu düşünüyorsunuz ister istemez. Film boyunca Hırıstiyanların ayinleri, kiliseleri, duaları falan derken niye bizimkiler şöyle güzel bir namaz kılmıyorlar dua etmiyorlar demiştim ki Fetih sabahı, Fatih’in imamlığında kılınan namaz filme adeta damgasını vurdu. Kavga sahneleri çok iyi çekilmiş ve de oynanmış. Yüreğinizi ağzınıza getirecek sahneler var. Kan gövdeyi götürüyor dediğimiz olayı canlı canlı seyrediyorsunuz adeta. Bilgisayar teknolojisi sayesinde gerçekçi hale getirilmiş sahneler seyredilmeye değer.

Sözün kısası, ben ufak tefek kusurlar dışında çok beğendim Fetih filmini. Henüz seyretmeyenler için gidilip görülmeli diye düşünüyorum.

 
Siyah İnci’den sevgiyle..

www.twitter.com/blackpearl42