25 Aralık 2014 Perşembe

Önce Kara olan Paraydı..Şimdi ise aşklar...



Geçen sezona bomba gibi düşen Kara Para Aşk, özgün hikayesi ile kaliteli bir polisiye dizi izleyeceğimiz imajını bizlere sunsa da, bu sezon ne yazık ki, o çizgiden fazlasıyla uzaklaşarak, hem izleyicisini hayal kırıklığına uğrattı, hem de geçen sezonun cazibesini yitirdi..

Bölüm yorumlarına geçmeden önce, diziyi başından beri ilgiyle takip ettiğimi ama hiçbir yere ilerlemeyen hikayeyi süslemek adına, diziyi aşk üçgenleri ile doldurmanın da, Kara Para Aşk karizmasını yerle bir ettiğini belirtmek isterim.

Geçtiğimiz hafta, sevgili okuyucularıma yazı sözü vermiş ama yerine getirememiş olduğumdan, bu haftaki yazıda, geçen hafta ile birlikte, iki bölümünde geniş bir yorumunu yapayım dedim..

Gelelim bölüm yorumlarına.

Nedret mi, nefret mi bilmem ama tehlikeli olduğu kesin…

Diziye katılan yeri karakterimiz Nedret haladan başlayalım. Aslında iyi oldu, zira anneleri de öldükten sonra, üç kız kardeş iyice zıvanadan çıkmışlardı. Onları toparlayacak biri lazımdı başlarına. Nedret hala başta bana fazlasıyla itici geldi, ama şüphesiz Işıl Yücesoy’un kusursuz oyunculuğu sayesinde, Nedret hala karakteri önemli bir karakter oluverdi..Ve tabi ki de tehlikeli..Çok politik ve kriz zamanlarında nasıl davranacağını çok iyi bilen Nedret halamız, ipleri eline alıverdi hemen..Çok akıllı bir kadın ve bir o kadar da içten pazarlıklı. İyi görünüyor ama lafını da esirgemiyor. Şefkatli olabildiği kadar acımasızda olabiliyor. Kızların yanında sığıntı gibi yaşayan Mert ile yaptığı konuşma, ona vurduğu ağır tekme tüylerimizi ürpertti doğrusu. Ama ne yalan söyleyim, Mert sanki hiç Tayyar’ın oğlu değil. Nedret halamız, onu kendine getirdi.  Silkelendi Mert, aklı başına geldi onun sayesinde. Hani derler ya, devlet gibi kadın. Sanki Nedret hala için söylenmiş o söz.. Yani sözün kısası, kimin iyi kimin kötü tarafta olduğunu artık anlayamadığımız dizimizin, gizemli bir karakteri daha oldu..

İşler zaten karma karışık, barı senin ömrün ömrüme dolansın…

Geçen hafta malum isteme olayları ve Ömer’in evlenme teklifi gündeme oturmuştu. Tekrar ediyorum, siz siz olun gerçek hayatta böyle Ömer gibi önce içten bir türkü söyleyip, sonra önünüzde diz çöküp ‘ömrüm ömrüne dolansın” diyecek bir erkek beklemeyin. Tüm karanlığa ve kötülüğe inat, onların aşkı elbette. Ömer’in iyi niyetli hallerine kıyamıyor insan. Bir de dürüstlüğüne. Ama söylemeden geçemeyeceğim, bizim Ömer de maşallah epey çapkınmış anlaşılan. Daha önce kaç kıza yüzük aldı bilmem ama öyle kaçamak cevaplarla Elif’i kandıramaz onu biliyorum.  Neyse, Ömer teklifin yaptı, yüzüğü de taktı. Peki, Fatma ablamıza ne demeli. Yahu ne lüzumsuz kadın. Sibel’in annesinden bahsediyorum. Hani kızını para için kurye yapıp, sonra ölünce kendinden başka herkesi suçlayan Fatma teyze. Yahu kadın, sen iki kızını da para için karanlık işlere sokarken çok iyi bir anneydin öyle mi? Birinin ölümüne sebep oldun, öbürünün de hayatın az kalsın mahvediyordun, şimdi kalkmış tam nişan günü Ömer’in vicdanına saldırıyorsun. E ne yapsın Ömer, hayata mı küssün. Senin kızın sütten çıkma ak kaşık sanki. Daha ne yapacak Ömer, Fatma ablası için, adam evini açtı yahu. Yani öylesine saçma, öylesine gereksiz bir sahneydi ki anlatamam. İzlerken elbette “besle kargayı, oysun gözünü” diyor insan içinden. O Fatma ablanın çığlıkları da, fazlasıyla rahatsız edici geldi bana..

Ömer teklifi etti, kız isteme tüm aileyi rezil etti..

Ömer’in ailesinin kız isteme merasimi evlere şenlikti doğrusu. Öncelikle ekran başındakilerin altın fiyatlarından haberleri var, onu söylemek isterim, Elif’e takılan o parmağım kadar bileziklerin,beşi bir yerde kolyenin, yedi metre kordonun fiyatını az çok tahmin ediyoruz. Öyle üç beş kuruş değil. Çatlasan orta yerinden, Ömer’in ailesi onları alamaz, çok abartı olmuş. Yazık, Elvan anne yol yordam sordu ama sorduğuna bin pişman oldu, Ayrıca Nedret halanın uzun uzun konuşması, çoktan evlilere has faaliyetlerde bulunan Ömer ile Elif’e örf, adet dersi vermeye kalkması da çok saçma geldi bana..Neyin derdindesin be halam. Atı alan Üsküdar’ı geçmiş çoktan..Ancak, ikisinin evliliğini engellemeye çalışan Hüseyin abimize yaptığı manevrayı alkışlamadan edemem. Nedret hala, gözüne gözüne soktu Hüseyin’in ihanetini..

Ve tabii ki daha ilk günden rezil oldular Elif’in ailesine. Yahu ne alaka o Demet’in hırsızlığı o gece. Çok ama çok saçmaydı, ayrıca Nedret halanın herkesin içinde Melike’yi çağırıp işi ortaya dökmesi de çok çirkin oldu. Sahneyi uzatmak için yapılmış bu gereksiz hırsızlık olayı bana çok sıkıcı geldi. Üstelik Demet kızımız, hayli hızlı çıktı. Kafayı Mert’e taktı. Cin olmadan adam çarpmak niyetinde olsa gerek, ama daha kırk fırın ekmek yemesi de lazım o hayatın çarkına ayak uydurmak için..

Vicdanı ile karanlığı arasında bir Hüseyin..

Hani bir laf var..Akrabanın akrabaya ettiğini, akrep etmezmiş diye..Hüseyin deyince aklıma ilk bu geliyor. Emniyette kardeşini koruyup arkasından kuyusunu kazan, onun nişanlısını gözünü kırpmadan vuran, tüm karaktersizliğini ve kötülüğünü gözyaşları ile gizlemeye çalışan, ilk sezondaki tüm karizmasını yitirmiş biri o. Hüseyin demişken, onun ikinci hatuna ne oldu yahu..Ortadan yok oldular bir anda, o konuya bir açıklık bekliyorum şahsen. Hüseyin, vicdanının sesini dinleyebilen ama içine düştüğü karanlıktan da çıkamayan biri. Şimdilerde Arda kardeşimin yakın markajına alıp incelediği Hüseyin abımız, yeni bir cinayeti daha gözünü kırpmadan işledi dün akşam. Giderek dibe batan Hüseyin abımız, kendini kurtarmak adına daha kaç kişiye kıyacak bilmem artık. Biz Fatih’i kötü zannederken, Hüseyin onu geride bile bıraktı..Hazır cinayet demişken, dün akşam diziye veda eden Bahar karakterini de yazmadan edemem. Gerçekten midemizi bulandırdı Bahar ve ben o ölürken hiç acımadım..Bu kadar ahlaksız bir karakterin de zaten diziden çıkması isabet oldu..

Karanlığa boğulan aşklar..

Dizideki aşkların her biri karanlığını ortasına gömüldü. Pelin ile Arda çiftinden başlamak isterim..Çok ama çok şeker bir çift, ikisi de çok sempatik, cıvıl cıvıl ve aşıklar. Ama sanki Pelin fazla nazlı. Az biraz rahat bırak be kızım kendini, niye kasıyorsun bu kadar. Bak sen böyle naz yaparken, öbürü hamileyim bombasını patlattı.

Şimdi beni son zamanlarda rahatsız eden bir durumu da söylemeden geçemem. Daha önce O Hayat Benim, Medcezir gibi dizilerde de yaşandı bunlar, yahu bizim hastanelerimizde bu kadar entrika hangi ara döner oldu. Hastabakıcılardan doktor yapmalar, sahte rapor almalar, sahte ultrason görüntüleri çekmeler, başkasından çocuk yapıp sevdiği adama yutturmaya çalışmalar, ortalıkta uçuşan DNA raporları, bir günde çıkıveren babalık testleri..Kusura bakmayın ama kurgu bile olsa, izleyen kimse bunlara kanacak kadar saf değil..Beni çok rahatsız eden bir durum bu. Kadın gelmiş çıkmış Arda ile Pelin’in karşısına, ben hamileyim diyor, normal şartlarda adam onu kolundan tutar, başında bekler testin sonucunu. Öyle sen önden git, düzeni kur, hastabakıcıyı ayarla, ben senden boşanacağım ama sana da güveniyorum, ne söylesen doğrudur hikayesi fazlasıyla saçma, bunu da yazıyorum işte..İnsan boşanmak üzere olduğu kadına bu kadar güvenir mi…Üstelik Arda sen hayli gözü açık bir adamsın, maşallah Hüseyin Komiser’in telefon konuşmasının saatini, lafını sözünü hareketini takip edip, bazı sonuçlara ulaşacak kadar da zekisin, iş hatunlarla ilişkiye gelince mi saflığın tutuyor anlamadım ki..

Elif ile Ömer aşkında yapmacık haller..

Ömer ile Elif’in bu haftaki bölümde yaptıkları kaçamak, o havuz başı ergen muhabbeti falan da beni çok sıktı açıkçası. Şarkımız yok, hadi kendimize bir şarkı mı bulalım. Yahu hangi zamanda yaşıyorsunuz siz anlamadım ki. Kaldı mı böyle bir muhabbet artık. Şarkı tutalım da, o şarkı çıkınca dalıp dalıp birbirimizi düşünelim de, sen ilişkinin daha ilk haftasına yaşamadık tecrübe bırakma, sonra romantik takıl. İnandırıcı mı değil.. Hele o otel odalarının kapısındaki , “gelsem mi, gelmesem mi, oda servisi çikolata getirdi, ay öylemi iyi geceler” muhabbeti de beni çok sıktı canlarım..Yaşamadığınız bir durum kalmamış, neyin nazını yapıp, neyin çekingenliği bu acaba..Şimdi birde İpek çıktı başımıza, Elif ile Ömer aşkına, çıkıp gelen eski sevgili muhabbeti de hiç yakışmadı. Fazlasıyla demode. Üstelik bu İpek kızımızın bir de çocuğu varmış. İster misiniz o çocuk Ömer’den olsun. İpek karakteriyle diziye katılan Öykü Karayel’i görmek ve izlemek çok keyifliydi, ancak karakter anlamında İpek, diziyi uzatma çabasından başka bir durum değil benim gözümde.

Ama asıl konuşulması gereken bir aşk var ise ortada…

Tabiki de Nilüfer ile Fatih aşkı derim. Geçen sezonun en iddialı bombasıydı ikisinin aşkı, ne yalan söyleyeyim, Elif ile Ömer aşkından çok daha çekici bence o ikisinin aşkı. Saygın Soysal, Fatih karakterini oyunculuğu ile zirveye taşırken, Nilüfer ile Fatih aşkı da dibe battı resmen..Rezil ettiler rezil…Önce imam nikahı yaptılar, imam nikahı yaptıklarında bile bu kadar ateşli değillerdi maşallah, sonra olmadı Fatih ben seni boşuyorum dedi, yahu kardeşim, bir kere , imam nikahı yapacak kadar dinine düşkün bir adam mı ki Fatih. Adamın çevirmediği dolap, işlemediği günah kalmamış, ne nikahı. Ayrıca bildiğimiz kadarıyla, resmi nikah olmadan öyle dini nikah filan yapılmıyor. Haydi, onu yaptın diyelim, kadını pat diye niye boşadın. Haydi, boşadın diyelim, tekrar niye peşine düşüp yatağa attın kızı. Nerde kaldı din diyanet işleri. Dini hassasiyetleri olan izleyicileri de eminim ki rahatsız eden bu durum, bana da çok saçma geldi..

Nilüferin sürekli ağlak ve titrek hallerine ne demeli. Yahu kızım dik dur biraz, tamam anladık, sen Fatih’in seni sevmesini çok seviyorsun. Ailenin en küçüğü olmasına rağmen fazla sevgi görmeyen Nilüfer, Fatih’in ona karşı olan tutkusuna aşık, bu yüzden o kadar bağlı. Fatih kardeşim de o güne kadar pek sevilen biri olmamış malum, Nilüferin sevgisi onun kalbinin hassas ve merhametli yönünü ortaya çıkarıyor. Özündeki iyiliğe dokundu Nilüfer, onun kendini seven ve sevilen bir insan gibi görmesini sağladı..Ama aşklarının gittiği nokta gerçekten dizinin hayli sevimsiz hale gelmesini sağladı. Hele dün akşamki bölümde Fatih’in Bahar kızımızın ısrarına dayanamayıp, Nilüfer’i aldatması, üstüne tuz biber oldu. Maşallah Fatih kardeşimde de, ne bünye varmış. Normal şartlarda iki gün önce ameliyat olmuş bir insanın, böyle faaliyetleri zor, yarası açılır, kanama olur ne bileyim. Adam böbreğini aldırınca şehveti arttı..Ama güzel oldu mu..Olmadı tabiki..Fatih karakterinin en önemli özelliği, gizemli olması ve ne düşündüğünü çoğu zaman belli etmeyen tavrı. Ama dün, Nilüfer’e karşı biraz saplantılı, fazlasıyla tutkulu bir aşka sahip Fatih’i, eski püskü bir evin, kırık dökük kanepesinde şehvetine yenik bir adam yaptılar ya, ben diyecek kelime bulamadım.  Tek kelime ile kocaman bir fiyasko..

Elif ile Ömer’in sıradanlaşan ilişkisine karşın, dizinin en sürükleyici aşk hikayesini de dünkü o sahne ile yerin dibine geçirdiler. Aslında Nilüfer ile Fatih’in birbirlerine olan aşkı, hayli zor ve imkansız. Ama işi ilginç hale getiren de bu durum zaten. Kolay aşklar kimin umurunda, biz zor aşklar izlemeyi seviyoruz. Her fırsatta Nilüfer’in zırıl zırıl ağlayıp, Fatih’i elinin tersiyle itmesi de bana sıkıcı gelmeye başladı.

Fark ettiyseniz, diziyi polisiye hikayeden çıkarıp, aşk, meşk, entrika, ihanet üzerine kurulu bir dizi haline getirdiler. Zira Tayyar ve onun çevirdiği dolaplar bile artık geri planda kaldı, temel hikayenin ne olduğunu da unuttuk. Açık konuşayım, bu haliyle Kara Para Aşk, sezon sonunu bile zor görür gibi geliyor. Konunun kısırlaştığı dizide, yeni karakterlerin ve yeni entrikaların süsleri bile cazip gelmedi bana..Zira asıl hikayenin de iyice tadı kaçtı, hep kötülerin kazandığı, bir adamın değil emniyeti neredeyse koskoca ülkeyi yönettiği noktaya geldik, Ömer elini nereye atsa boş çıkıyor, Ömer yeni bir ipucu yakalıyor, hopppp Tayyar onu yok ediyor, dön dolaş aynı yerdeyiz. Dolayısıyla ana hikayenin tadının fazlasıyla kaçması sebebiyle, bu aşk üçgeni olaylarına geçiş yaptılar ama ben eski ilgimi kaybettim. Zira dizinin süresi 2 saat, reklamlarla 3 saati buluyor, içi gereksiz sahnelerle uzatılmış, hiç ilerleme olmayan Kara Para Aşk, böyle giderse, iyi başlayan ama bunu devam ettiremeyen diziler arasındaki yerini alacak canlarım diyor ve yazıyı burada bitiriyorum..

Siyah İnci’den sevgiyle…


Twitter : @_BlackPearI_

16 Aralık 2014 Salı

Pazartesi sendromuna en güzel teselli...PARAMPARÇA ilaç gibi geldi..


Yeni sezonun en yenilerinden Paramparça, şüphe yok ki, ekranı ve Pazartesi günün dizi alışkanlıklarını da paramparça etti. Son iki sezonu başarıyla geçiren ama ikinci sezonunda final yapmak yerine üçüncü sezonu da görelim diyen Karadayı, Pazartesi akşamlarının vazgeçilmez dizisi olma yolunda hızını epey kesti..Ulan İstanbul'da kendini tekrara düşünce izleyici sıkılmaya başladı. Bu durumun Paramparça ile yakından alakası olduğu kesin. İzleyicinin sürekli aynı konuları seyretmekten sıkıldığı bir zamanda, yepyeni hikâyesiyle ekrana bomba gibi düşen Paramparça, bu sezonun en gözdelerinden olacağa benzer..

İntizar’ın nefis sesinden, yüreklere işleyen Paramparça isimli şarkısı ve dizinin geriye kalan muhteşem müziklerinden başlamak isterim. Sanırım daha şimdiden şarkı dillere yerleşti bile. İntizar daha çok döktürür gibi geliyor bana..

Yeni bir hikâye dedik. Ne yalan söyleyeyim, bana çok farklı geldi hikâye. İşlenişinden, ilerleyiş hızına kadar çok sevdim. Kalabalık, karışık, kim kimdir bir türlü çözemediğimiz dizilerden sonra, sade ve anlaşılır karakterleri ama bir o kadar değişik konusu sayesinde çok sevildi, beğenildi. Üstelik en güzeli, daha üç bölüm olmasına rağmen, hızlı ilerleyen temposu sayesinde çok keyifli zaman geçirebiliyor olmak sanırım.

Gelelim karakterlere ve hikâyeye…

Dizinin tanıtımları ekranda yayınlanırken, Erkan Petekkaya ve Nurgül Yeşilçay arasında çok bağlantı kuramadım. Ne alaka dedim kendi kendime..Ama gördüm ki, her ikisi de daha ilk bölümden ustalıklarına yakışır performanslarıyla, Cihan ve Gülseren oluverdiler. Erkan Petekkaya cidden nefis oynuyor, hoş bana sorarsanız, onu artık şehirli klâs adam karakterlerinden ziyade, çok farklı karakterlerde izlemek isterim..Bu arada söylemeden edemeyeceğim, Cihan karakterinin kostümleri çok ama çok şık..Erkan Petekkaya’da epey zayıflamış sanırım, Nurgül Yeşilçay, daha bir olgun elbette artık, daha bir güzel oynuyor. Ama dizide öyle biri var ki, açıkçası benim favorim o. Gülseren’in görümcesi Keriman karakterindeki Nursel Köse, ekranda adeta “oyunculuk böyle olur” diyor..Kusursuz ve çok etkileyici..Hayranlıkla izliyorum Keriman karakterini. Dizinin diğer iddialı karakteri ise Cihanın karısı Dilara. Ebru Özkan’ın performansı da konuşulmaya değer. Cuk oturtmuş kendini karakterin içine ve Erkan Petekkaya ile çok iyi bir ikili olmuşlar. Alper karakterindeki Cemal Hünal, ekibi tamamlamış, onu ekranda izlemek büyük keyif oldu gerçekten, kendine güvenen, rahat oyunculuğunu çok seviyorum ben onun. Ve 3.bölümde Cihanın babası olarak karşımıza çıkan Civan Canova, ekibe noktayı koydu. Daha öncekilerden çok farklı bir karakterle hepimizi ters köşe yapan Civan Canova, usta oyunculuğu sayesinde içimizi rahatlatan bir unsur oluyor dizi adına..

 Sahneler çok özenli ve etkileyici, mesela Cansu ile Hazal’ın yan yana geçtikleri bir sahne vardı, öylesine şık çekilmiş ki, rüzgârından etkilenmemek mümkün değil. Ve 3.bölümde Gülseren’in Cansu’nun okuluna geldiği sahne, onun saçlarını okşayıp ona bir anne gibi baktığı sahne, yazana da, çekene de , oynayana da helal olsun dedirtiyor…

Doğurmak mıdır annelik, yoksa büyütüp sevmek midir ? Öylesine derinden sorguluyor ki insan izlerken. Bana göre sadece dünyaya getirmekle iş bitmiyor, sevgi, ilgi ve şefkat vermeden anne olunmuyor. İllaki kan bağı mı, hayır işte, anne olmak için önce yüreğinde o sevgiyi hissetmek gerekiyor..

İki ailenin yolu yıllar önce hastanede birleşiyor, çocukları karışıyor, yıllar sonra bu durum ortaya çıkıyor..

Cihan..Güçlü, zengin ve karizmatik bir adam. Kızına çok bağlı, onun kızı ile olan ilişkisi, gözleri yaşartan cinsten. Öylesine sevgi dolu, öylesine şefkatli..Mutsuz bir adam ama Cihan. Eşi ile arasındaki uçurum çok büyük, mesafeli bir ilişkisi var evliliğinde. Tüm sevgisini kızı Cansu’ya veren Cihan, üzerine titriyor kızının. Yer gök inlese, dünya yansa, önce kızı geliyor. Onun mutlu olması için elinden gelenin fazlasını yapmaya hazır. Çünkü mutluluğun kıymetini çoktan anlamış durumda bir adam..Uzlaşmacı bir adam, otoriter ama olaylara sakin yaklaşıp çözüm yolu bulmaya çalışan bir adam. Belki de eşiyle anlaşamadığı tek nokta bu..

Gülseren…Zor bir hayatın yalnız yolcusu o..Yıllar önce yurtdışına çalışmaya giden eşi geri dönmeyince, görümcesi ile yaşamak zorunda kalan, zor şartlar altında kızı Hazal’ı büyüten, mutsuz ama sevgi dolu bir anne. Onun içinde kızı çok önemli, elinden geleni yapıyor ama imkânları çok az. Üstelik görümcesi Keriman’ın baskıcı tavrı, tüm evin yükünü de Gülseren’e yüklemiş. Çalışıyor, evi geçindiriyor, evin işlerini yapıyor. Yarısına sahip olduğu evde, Gülseren bir sığıntı gibi yaşıyor. Bir mahalle kadını Gülseren, çalışan, didinen, yorulan, üzülen ama hiç yılmayan..Güçlü bir kadın ama bir o kadar da duygusal..Yüreği kocaman, güzel seviyor, güzel bakıyor. Çok fedakâr ama dedik ya çok ta yalnız..

Cihan Gülseren’e âşık olabilir, bu onun için çok kolay, zira Gülseren eşinden çok farklı, çok daha sakin, mütevazı ve en önemlisi ruhuyla sevebilen kadınlardan. Sevginin paradan çok daha önemli olduğunu bilen, her şeyi parayla halledeceğini düşünmeyen bir kadın, sevmeyi bilen, sıcacık bir kadın…Ve eminim Cihan ile Gülseren aşkı, ortalığı yakıp kül eden bir aşk olacak..Zira aralarındaki elektrik ilk karşılaştıkları andan itibaren çok net..

Dilara, gerçekten tahammül edilmez bir eş..Fazlasıyla bencil bir kadın her şeyden önce, kontrol hep elinde olsun istiyor, tüm hayatını sanki organize etmiş gibi..Sadece kendi hayatını değil üstelik çevresindekilerin de hayatı için kararlar almaktan çekinmiyor. Sadece kendi dediği olsun, onun istediği gibi yürüsün tüm dünya..Dilara bunu istiyor, karşısındakinin ne düşündüğü, ne hissettiği hiç önemli değil. Kocası boşanmak istediği andaki tavrından da bunu anlayabiliyoruz. Onun için ailesinden önce cemiyetteki yeri geliyor. Çevresinin ne düşündüğü, en yakınlarının ne düşündüğünden daha önemli. Ve tabii ki kendisi..Hep kendisi…Soğuk bir kadın Dilara, resmi, mesafeli ve kibirli. Hayatındaki her şeyi para ile yönetebileceğini sanıyor ve elbette ki sevgi, hoşgörü, merhamet, vicdan gibi kavramları yok..

Hazal, Dilara’nın doğurduğu, Gülseren’in kızı zannederek büyüttüğü genç kız. Tam da annesi Dilara’nın kızı. Hırslı, gözü yükseklerde. Annesi zannettiği Gülseren ile anlaşamıyor elbette. Annesinden,fakirliğinden utanan Hazal, para için yaşayan her insanda olduğu gibi duygusallıktan uzak ve bencil..Gülüşündeki sadelik, gözlerindeki hırsa karışıyor, sevgi istemiyor o, tek derdi para..Gülseren ona çok büyük bir sevgi vermiş, ama Hazal onunla yetinecek bir kız değil. Gerçek annesi ile karşılaşmasında, onların zengin hayatını görüverince birden içinin Cihan ve Dilara’ya ısınmasından bunu anlıyoruz. Hazal’ın annesi kim babası kim, onun için çok önemli değil, rahat ve zengin bir hayat onun için önemli olan..Hazal karakterini oynayan Alina Boz, çok güzel bir genç kız. Çok ta yetenekli, çok yakışmış karaktere. Ben onu biraz Meryem Uzerli’nin 15 yaşındaki haline benzettim, yüz siması onu çok andırıyor. Hazal’ı sevmesem de Alina’yı çok beğenerek izledim..

Cansu ise, aslında Gülseren’in dünyaya getirdiği ama Cihan ile Dilara’nın büyüttüğü genç kız..Aman Allah..Nasıl güzel, nasıl tatlı ve nasıl mütevazı bir kız..Yaşadığı zengin hayatı hiç umurunda değil aslında, Cansu sevgiye önem verenlerden. Babası ile daha yakın olması da bu yüzden. Annesi sandığı Dilara’nın resmi ve soğuk duruşuna karşın, babasının şefkatli ve sevgi dolu yaklaşımı sayesinde o hep babasına yakın olmuş. Cansu’nun tek istediği sevgi. Kendi annesi Gülseren’i ilk görüşte sevdi bence Cansu, sıcak ve cana yakın bir kız olan Cansu için Gülseren’in ne iş yaptığı falan önemli değil. O sevgi dolu bir anne istiyor karşısında, sıcacık sarılabilen, saçlarını okşayabilen, hastalandığında başında bekleyen bir anneye muhtaç Cansu. Ve Gülseren tam da onun annesi işte..Hazal nasıl annesine benziyorsa, Cansu da annesi Gülseren’in karakterini almış. Üstelik çok ta benziyor annesine. Cansu karakterindeki Leyla Tanlar, daha önce hiç izlemediğim bir oyuncu adayı. Oyunculuğunda biraz acemilik gördüm ben ama o kadar da olsun artık.

Güzeller, iyiler hoşlar kısmını böylelikle bitirelim ve gelelim ilk üç bölümde gözüme takılanlara..

Cansu’nun hastane arşivine elini kolunu sallaya sallaya girmesi, o kapıdaki görevlinin dünyadan haber hali, memuru yanıltma çabaları fazla sıradan geldi bana. Maşallah, arşiv de ne arşiv, pırıl pırıl, tertemiz, bir zerre toz yok, dosyalar gıcır gıcır, dosyayı eliyle koymuş gibi buldu Cansu kızımız .

Hikâyenin ilk üç bölümde öyle hızlı ilerledi ki, bir sonraki bölümde ne olacak diye merak ediyor insan. Ama kesin olan var ki, Gülseren ile Cihan aşkı ile taçlandıracaklar konuyu. Zaten artık evli kadın ile evli erkek ilişkiye girer mi, doğru mu yanlış mı bunları tartışmaktan vazgeçtik..Sağlam bir aşk hikâyesi yazarlarsa ne ala, lafımız yok.

Sanırım ikinci bölümdeydi, Cihan’ın kızını atla takip ettiği sahnedeki müzik Kurt Seyit ve Şura müziklerine çok benziyordu. Bir an ormanın içinden Seyit ve Celil atla çıkacaklar diye korktum..

Elbette ki Gülseren karakterinin ağır makyajı ve bol dekolteli elbiselerini yazmadan olmaz. Nurgül Yeşilçay zaten çok güzel bir kadın, niye o kadar makyaj anlamadım. Üstelik sakin bir hayat süren bir kadının o kadar makyaj yaptığı nerde görülmüş.

Cansu, Gülseren’i görmeye geldiğinde, bir motorlu çantasını çalmaya kalkıştı izleyenler hatırlar. Cansu,yerlerde sürünürken, sol tarafına düştüğü halde, başının sağ tarafının zedelenmesi bana komik geldi, Ayrıca hastane çıkışında Cansu ile Cihan’ın pahalı arabalarına binip, Gülseren’i yaya bırakmaları da şık olmadı. Bıraksanıza kardeşim kadını evine kadar. Bir de Gülseren’in çalıştığı pastaneden kovulması var elbette. İşten kovulması üzücü ama gerçekçi. Nerede öyle kafasına göre işyerinden çıkıp kafasına estiği saatte işe gitmek.  

Ama tüm bunlara rağmen, Paramparça genel anlamda, nefis bir şölen..Pazartesi sendromuna en güzel teselli..Zira akşamı iple çekerken, günün nasıl geçtiğini anlayamacaksınız diyerek yazımızı burada bitirelim, bitirirken de o güzel mısraları ekleyelim..

Bir uçurum hüznü belki aşk
Paramparça yere çakılacağını bile bile
Sanki elini uzatsan avuçlarında
Sanki kilometrelerce uzak
Öyle imkânsız öyle mümkün

Yolu uzun, izleyicisi bol olsun..

Yazı biraz uzun oldu kusura bakmayın ama Paramparça çok konuşulacak bir dizi olacak, Siyah İnci’miz dediydi dersiniz..

Siyah İnci’den sevgiyle...






8 Aralık 2014 Pazartesi

Karagül..Evlat ile sınanmak..Acıya alışmak..Yâda kendini unutmak..


Son üç sezonun tartışmasız lideri o..

Kimi zaman kavgalarıyla, kimi zaman aksiyonu ile tempoyu hiç düşürmeden, izleyiciyi sıkmadan yoluna devam ediyor..

Hikâyesini yazan ustalar, senaryoyu da üç ustaya teslim etmişler. Beril Köse, Betül Yağsağan, Erkan Birgören..

Bu isimleri not edin..Muhtemelen Karagül bittikten sonra da, senaryo deyince ilk aklımıza gelenlerden olacaklar..

Senaryo öylesine düzgün ki, hata arasanız da bulamıyorsunuz.  Hikâyenin işleyişindeki sıralama, karakterlerin dengesi mükemmel. Kimse kimsenin önüne geçemiyor, her karakter ayrı önemli, her karakter üzerine yazı yazılacak kadar derinlikli. İzleyicisini dinleyen, takip eden ve önem veren Karagül senaristleri, haklı başarılarını da kutlamalı elbette…

Oyuncular için daha önceki yazılarımda çok yazıp çizdim. Ama ne kadar yazsak, yetmiyor elbette. Karagül kadrosundaki usta oyuncular, ekibin genç oyuncuları için adeta birer öğretmen niteliği taşımakta. Gençler de bunu sonuna kadar kullanmakta..İlk sezondan bu yana, dizinin genç karakterlerinin oyunculuklarındaki yükselen ivme bunun en güzel ispatı. Ustalar ise neredeyse her bölüm ağzımızı açık bırakan performansları ile Karagül’ün niye bu kadar başarılı olduğunun altını çizmekteler. Bu bölüm ne olabilir artık diye düşündüğünüz ve her bölümde tempoyu biraz daha yükselten Karagül, çıtayı öyle yükseltti ki, öyle kolay kolay her diziyi beğenmez olduk.  Ekibin başındaki adam, Murat Saraçoğlu son zamanların en iyi yönetmenlerinden, bunu tüm yüreğimle ilan ediyorum. Her sahnenin ve görüntünün fazlasıyla özenilmiş çekim açıları ve devamlılık kalitesi,  haklı başarının mimarlarından biri olan Yönetmen ve onun ekibi sayesinde elbette, tüm bunlar birleştiğinde Karagül, Cuma akşamlarının gözdesi ve birincisi olmaya devam edecek gibi görünüyor..
Karagül, şüphesiz bu ülkenin en acımasız gerçeklerini, yalın ve çıplak bir şekilde gözümüze gözümüze sokuyor aslında her hafta…Kabullenmek istemesek te, içimize sinmese de, bir yerlerde, yaşıyor bu kadınlar, farklı hikâyeler ama aynı acıları taşıyarak..

Her kadının hikâyesi bir başka ama tek bir ortak noktaları var…Her biri evlatları ile sınanmakta…O zaman haydi…

Gelelim son iki haftanın bizim gözümüze ve gönlümüze takılanlarına..

Son iki hafta, belki de son üç sezonun intikamının alındığı iki hafta oldu..Asım’ın ve Emine’nin tüm çektiklerinin hesabı görüldü adeta..Baba sevgisinden ve eş merhametinden mahrum iki masumun, Kendal’ın tüm dünyayı unutup, hayatının merkezine yerleştirdiği yeni doğmuş bebeğine umut olmaları, elbette tüm izleyenlerin derin bir oh çekmesine sebep oldu.  Açık konuşmak gerekirse, Can Atak ve onun kusursuz performansı sayesinde, Asım karakteri hepimizin gözünde yücelirken, ona acımaktan ziyade, hayranlık ve takdirlerimizi topladı..O güne kadar vazgeçilmiş, bir kenara itilmiş olmanın dayanılmaz yükünü taşıyan Emine anne, her acıyı diline dökmeyi başarırken, bir o kadar da yeni doğmuş günahsıza yüklemedi Kendal’ın suçunu..Kendal’ın vicdansızlığını, kendi merhametleri ile aşağılayan Emine kadın ile Asım, şüphesiz ki kendilerine en yakışan şekilde, küçük bebeğe ilaç oldular. O güne kadar birbirlerine sımsıkı sarılmış anne ile oğul, bu defa en masuma derman oldular, henüz kendi yaralarını bile saramamışken..Emine kadın, hem annesi hem babası olduğu yüce gönüllü oğlu Asım’ın önünde dimdik duran tavrıyla ekranda devleşti..Asım’ın babası ile çıktığı gezme ise, babası ile ilk kez yan yana yürüyebilmenin, insan yerine konulmanın, o insanı yaralayan sevincini yaşattı bizlere, çok geç kalınmış bir buluşmaydı babasıyla çıktığı gezme, gözlerinde hüzün ve çaresizlik, yerini küçük çocukların gözlerindeki neşeye bırakmıştı ve aslında ne kadar büyüsek bile, yinede anne ve babamızın sevgisine muhtaç birer çocuk olduğumuzu hatırlatıyordu bizlere..Ve şüphesiz Asım eline aldığı pamuk şeker ile yüreklerimize çok şiddetli bir darbe vurdu. Aslında hiç sevmediği pamuk şekeri, sırf babası aldı diye yiyen, seven ve çubuğunu saklayan Asım,O güne kadar görmediği, hissetmediği o sevgiyi, ilgiyi, o çubuğun içine hapsetmişti..Biliyordu aslında, tüm bu sevgi ve ilgi, kendisinden başka çaresi olmayan babasının, aslında göstermelik ve menfaat karşılığı bir sevgisiydi ama olsun..Asım’ın kocaman bir yüreği vardı, kendisi bir kenara itilirken yüceltilen kardeşine yardım edecek kadar, ama bir o kadarda kanaatkârdı o yürek…Tek bir pamuk şekeri çubuğuna kanacak kadar..

Evlat ile sınanmak deyince aklımıza gelen en acı hikâyelerden biri de Sibel’in elbette. Sibel, bir garip kadın..Ana yok, baba yok..Belli ki yıllar önce yanıp tutuştuğu sevdası bile yok yanında..Hayatın en ağır yükünü almış sırtına çok öncesinden, sevdiği, günahını karnında bırakmış, aşk ile başlayan her yürek atışı, evladını korumak için gözünden akan kanlı gözyaşına karışmış…Sibel, anneliği tatmış tatmasına da, yaşayamamış…Kızını yanı başından ayıramamış, ama sırf onu korumak adına ona da annelik yerine ablalık yapmaya çalışmış. Bunu başarmış başarmasına da, annelik içinde derinde bir yerlerde kalmış..Şimdi tam anneliği tadacağım derken, bir sır olan diğer evladı, öbür evladına umut olmuş. Ne kötü kader ki, Sibel belki de çok daha uygun bir zamanda ve mekânda bunu kızına açıklamayı tercih ederken, hiç beklenmedik bir anda anlatmak zorunda kaldı tüm gerçeği..Gerisi içinde derin bir acı, gözlerinde yaş, kızında ise isyandı..Birinin hastalığı, diğerinin isyanı ile karşı karşıya kalan Sibel, belki hayatının en büyük sınavıyla karşı karşıyaydı..Zira kızının babası, tam da karşısındaydı.. Üstelik tüm bu acıları tek başına yüklenen Sibel’i azat etmişti yüreğinden..Sibel yine yalnız, yine çaresiz, yine yenik..Hayata karşı durmaktan yorulmamış, ama karşısında hesap soran kızına ağzını bile açamamış..

Narin ise giderek yaklaşmakta acı bir bedel ödemeye..Onun sınavı çok daha başka..Narin, eninde sonunda kaybedecek bu sınavı. Evladı gibi büyüttüğü Baran, aynı avlunun içinde Ebru ile giderek yakınlaşırken, Narin’in sinirleri daha da bozuluyor elbette. Ama evladı olmadığı halde, Baran’dan ayrılamayan Narin, nasıl oluyor da Ebru’nun yerine kendini koyamıyor, ayrı hikâye…Evladından ayrılmamak uğruna, başka bir anneyi evladından ayırmak bu sınavın en zor sorusu galiba..Narin, er geç bu gerçekle yüzleşecek ve bana sorarsanız onun asıl sınavı o zaman başlayacak..

Peki ya Kadriye ana...Hangi evladına daha çok üzülsün acaba…İki kez yitirdiği oğlu Murat’a mı, yoksa vicdansızlığı ile ezip geçen, öfkesiyle yakıp kül eden Kendal’a mı…Onların eksiklerini kendisi tamamlamaya çalıştıkça, daha bir parçalanıyor yüreği. O sadece iki evlat annesi değil aslında. O konağın, sevgiye muhtaç, merhamete muhtaç her bireyinin, derdine derman, kalbine merhem Kadriye ana..Ama onun yüreğine bir teselli var mı, orası meçhul..Zira dünyanın en büyük acısıyla sınanmakta..

Anneler sınanmakta…
Kimi evlat sahibi olmuş, onu emanet etmiş toprağa..
Kimi evladına doyamadan vermiş başkasının kollarına…
Kimi yanı başında evladına hasret,
Kimi evladına bir damla nefes aramakta…
Kimi daha kucağına bile alamadan hasret kaldı yavrusuna…
Kimi evlatları arasında tamamen yalnız kalmakta…

Evlatlar da sınanmakta…
Ölmüş babasının toprağına sarılanlar…
Annesi ile kız kardeş gibi yaşayanlar…
Kaybettiği babasından sonra dili tutulanlar…
Ve tüm dünyayı bir pamuk şekerin çubuğuna sığdıranlar…

Bütün bu duyguları, hüznü, sevinci, gözyaşını ekrandan bizlere en gerçekçi haliyle sunan tüm Karagül ekibine, oyuncusundan, set çalışanına, yönetmeninden, senaristine…Ve elbette yüreği en az ekip kadar güzel olan izleyicisine…Yürekleriniz hep mutlu çarpsın..

Siyah İnci’den sevgiyle…


www.twitter.com/_BlackPearI_